VAR-GEL ÇİÇEKLERİNİN AÇTIKLARI ANI KAÇIRDIĞIM

VE

VAR-GİT ÇİÇEKLERİNİN AÇMASINI BEKLEYEMEDİĞİM

BİR ZAMAN ARASINDA

KAÇKARLAR’DA

Kaçkarlar’a geldiğinizde saatlerinizi çıkarın, kimliklerinizi bırakın, fazla yükünüzü çekinmeden atın! Sarılın bir taşa, bir ağaca, taş olun, ağaç olun. Toprağa yatın, kök olun, bırakın üstünüzden aksın dereler, büyüsün otlar, teninizin üzerinden geçsin rüzgarlar, yumuşayın ki yağmur sızsın temizlesin içinizi, yolculuklar anlatır asıl sizi, gerek olmaz başkasından tanımak kendinizi, o zaman bir büyü olur doğanın dili dilinizde, dağ çeker her seferinde.

Samimiyetle anlarsınız ki tek bir çöp atılmaz ormana, delinmez her dağ enerji uğruna, bırakılmaz tahta ve taş beton hırsına, ruhunuz uyanmıştır doğayla bir bütün olmaya!

Sözün özü; Kaçkarlar’a varıp gelmek kolaydır da  varıp gitmek zor olur!

 

3500 metrede kamp kurduğumuz Soğanlı Gölünden izlenimler:

 

Baştan Çıkarıcı

Güneşte

Kaya uzanmış öylece yatıyor.

Üzerinde küçük sinekler,

Kararsız

Bir inip bir kalkıyor.

Rüzgar ve Çiçeğin Düeti

Üstü titrek turkuvaz mavisi göl,

Rüzgarın mırıltısını

Kıyıdaki pembe çiçeğe taşıyor.

Çiçek utangaç,

Başını inceden inceye sallıyor.

Kaybolmuşluk

Rüzgar haşin ve soğuk,

Canımı acıtıyor,

Ellerim kulaklarımda

Bir yabancı! Sırtında çantası, elinde batonu

Çarşaklı yolda,

Oturduğum kayaya doğru geliyor,

Duruşundan belli, yolunu kaybetmiş,

Sadece tırmanacağı dağın adını biliyor!

Neden bir şey demeden yanımdan geçiyor?

 

Dağ Soğanları

Dağ soğanlarının çiçek açmamış uzun sapları

Güneşe selam durmuşlar,

Isırdım, gerçekten yaş soğan!

Gece Oyunları

Bir gölge, arkasından bir gölge daha!

Göle doğru uzanıyorlar,

Yıldızların arasından geçen bulutlar katar katar,

Elimde fener, düğmesine basıyorum, çalışmıyor,

Donmuş pilini değiştirmeye ne gerek!

Erimemiş karların beyazı, gecenin aynası

Ayın ilk dördü parlak.

Koşuyorum, ebe miyim?

Eğiliyorum bir taşın arkasına.

Perilerle köşe kapmaca oynamak için!

Benden çıkan ses, su sesine karışıyor.

Sobeleniyorum!

 

İki Sevdalı

Soğanlı Gölü ile Büyük Karadeniz gölü

Arası bir dağ sırtı

Her bahar

Bırakır kayaları eteklerine,

Sonra fısıldar her ikisine,

‘ Kavuşmanıza az kaldı!’

Soğanlı Gölünden Kavron geçidine doğru  yol alırken izlenimler:

Kelebekli Düş

Güneşin altında bir kapanıp bir açılıyor gözlerim,

Kaya sıcacık,

Üstümde dağ nergisleri, çan çiçekleri, çuha çiçekleri, unutma beniler, beş parmak otları, orman gülleri ve daha neler neler…

Kaynak sudan fışkırıyor sarılar, fuşyalar, pembeler, maviler.

Başım dönüyor, etrafta bal kokusu

Kendini arı zanneden kelebek olmuşum meğer!

                                                                ‘Niye kalktık ki!’ mola yerinde, Kavron yolunda.

Kavron ve Ayder yaylalarından izlenimler:

Suyun Sesi

Bulanık ve cızırtılı düşüncelerimin arasında gezinirken su çağıltısı halk türküleri söyleyen İsveçli grup Hedningarna’nın Kaksi albümündeki bir müziğin ritimlerine benziyor,  beni koşturuyor, ne iyi! Bütün gürültüler geride kalıyor! Bazen de şırıltısı geceleri yanıbaşıma uzanıyor, gündoğumunu bekliyor.

Sonra bir başka gün: Dağların üzerinde şahinler çığlıkta, birkaç el silah sesi duyuluyor, Karadeniz insanın horonuyla kollar havaya kalkıyor, ayaklar yeri inletiyor, ‘bi daha’, ‘bi daha’ sesleri yükseliyor, kadınlar erkekler dönüyor, çember büyüyor büyüyor, halkanın nârı artıyor artıyor, kuzine üstündeki fokurdayan su oluyor, her biri…

Sisin Getirdikleri

Yerden yükselen sisler arasında sivri tepeler tıpkı insan figürleri, oturmuş gelen geçeni izliyorlar, ziyaretçilerden beğenmediklerini rüzgar tanrısına yolluyorlar.

Dağ tanrısını kızdıracak birşey yapmış mıydık biz! ‘Zirve çıkışına neden izin vermedin!’ diyecek oluyorum, vazgeçiyorum; bazen kabullenmek gerekiyor. Sezen Aksu ve Ceza’nın söyledikleri şarkı aklıma geliyor: ‘Gelsin, Hayat Bildiği Gibi Gelsin’.

Kuzey yamacından Kavron’a inerken bata çıka yayla çiçekleri arasında taşlarda sekerek ilerliyoruz, her şey beyaz ve ipek bir tülün arkasında. Ne güzel! Keyfimce hayal kuruyorum; Thoreau’nun evinde misafirim, ayaktayım oturacak yer arıyorum; Thoreau: ” Evimde üç tane iskemle var; bir tanesi yalnızlık, ikincisi arkadaş, üçüncüsü de toplum için.” diyor. Walking- ‘Yürümek’ adlı makalesinden yabanın önemini anlatan satırlarını gelenlerle paylaşıyor:

Yabanda  dünyanın kurtuluşu  yatar. Her ağaç dallarını Yabanı araması için uzatır… İnsanlar onun üzerinde düven sürerler veya  sefere çıkarlar.  Ormandan ve vahşi doğadan insanlığı  kucaklayan sular,  ağaç kabukları yabandan gelir… Ben ormana inanırım, ve dereye ve mısırın büyüdüğü geceye de…Yaşam yabandan ibarettir. En canlı olan en yaban olandır… Ümit ve gelecek benim için çimenlerde ve ekilmiş tarlalarda, kasaba ve kentlerde değil,  su geçirmeyen bataklıklardadır.

Laz Böreği

Sen tatlı mısın, tuzlu mu?

İlk duyandan alırsın bir hoppala!,

Hani börektin!

Ağızda dağılan hamurun arasına sakladığın

Fındık tozlu muhallebini anladık da,

İçindeki karabibere ne demeli!

Sen hayatsın! Hem acı, hem tatlı!

 

Son Söz

Çoğunlukla birbirini tanımayan aynı yolun yolcuları, samanyolunun altında toplanıp doğanın bakir cömertliği içinde kamp ateşinin etrafında veya yemek çadırında beraber yerler, beraber içerler, hayata dair bir şeyler konuşurlar ve işte o an kalpten akıla bir ilmik atılır, o ilmik uzar, uzar, uzar…Halka içinde döner ve bir örümceğin ağını sardığı gibi sarılır sarmalanır.

Bu tip yolculuklar illâ ki hüzün ve kırılmışlık anlam yüklemeleri yapmayı gerektirmese de, Çehov hikayeleri gibidir. Bir dergide Mario Levi ile yapılan röportajı okumuştum. Mario Levi öğrenciyken bir gün hocası Haldun Taner’e sorar: ‘Çehov  hikayelerinin ruhu nedir?’  Haldun Taner’in cevabı şöyledir:  ‘ Bakın, şöyle bir sahne düşünün, bir yaz akşamı, bir çiftlik, insanlar kırılmışlar, hüzünlüler, herkes kendi acısıyla uğraşıyor ama o anda ortada bir semaver var ve o semaverin etrafında bulunan insanlar o çayı içerken bir haz alırlar, hayata başka türlü bakabileceklerini hissederler, işte Çehov oyunun ruhu budur’.

Ve dağ yolculukları aynı zamanda içsel yolculuktur:

Uzun menzili olan,

Yaşadıkları çemberin boğuculuğundan

Yüreklerinde yalnızlık ve sıkıntı duyarak

Enlem ve Boylamların ferahlığına koşan

Tüm Göçebe ruhlara ….’  diye ithaf eder Nadim Paksoy, kendi doruğuna çıkmak isteyen dumanlı başlara (*).

 

(*) Murathan Mungan’ın Dağ adlı şiir kitabındaki Dağ Sıraları şiir grubundan 3.cü sıradaki şiirin mısrasından esinlenilmiştir.

Not: Kaçkarlar’ı müziklerle anlamak için Manga grubunun Gün Doğumu isimli müziği, Birol Topaloğlu Aravanisi, Hedningarna’nın Kaksi albümü tavsiye edilir.

 

05/08/2009