Datça’nın merkezinde sahil boyunca yayalara açık olan Sevgi yolunda yürüyordum. Deniz tuzu kokan ılgın ağaçlarının eşliğinde, efil efil esen rüzgârlarda, nazlı dokunuşlarla kıyıda oyalanan dalgaların yanında olmak anın farkındalığında kalmayı kolaydan getiriyordu.
Havanın keyfi nasıl olursa olsun her ne zaman buradan geçsem içimi bir neşe kaplar. Bu neşeyi yayan güzellikler aslında öyle ulaşılamayacak yerlerde değil, doğanın zenginliği ve bolluğu halka sere serpe açık ortada ama daha dün Hacer Foggo’nun derin yoksulluk üzerine paylaştığı tespitleri aklıma gelince içim bir karmaşa ve tezatlıkla karışıverdi, hassas dönemlerden geçtiğimizi yine hatırlattı.
Yol da kolumdan beni tutup tekrar kendine çekti. Boşuna buraya sevgi yolu dememişler. Yol boyunca o kadar çok renk, çiçek, ağaç, koku, taş ve kaya formları var ki ayrı ayrı görülmeye değer.
Sevgi yolunda yürüyorken nadir kabul edeceğim bir farkındalık anı oldu:
Yanından geçtiğim her bir varlık görülmek için yarışır olduğu halde hepsi bir ahenk içinde bölünmez, yekpare, birbirinin içinde yoğrulmuş artık zihinde analiz edilemeyecek, ayrışmayacak bir kıvama girmiş, üzerinde bir noksanlık taşımayan farklı bir algılama biçimine ulaştı, beş duyumdan içeriye aynı anda sızmaya başladı.
Kendi yoga pratiklerimde zaman zaman yakaladığım bu anların benzeriyle yürürken de karşılaşmak ilginç bir keşifti.
Yürüme eylemindeyken doğanın içinde olmanın enerjisi doğal olarak beden ve zihni gevşetiyor, bu atmosfer içinde bir şeyi aramadan sadece akışta gelen, hoşa giden bir şeye dikkat kesilip odaklanmayı o şeyde toplamak bu deneyime yol açmış olmalıydı, büyük bir ihtimal!
Diyelim bir taşın üstündeki desenleri, bir çiçeğin şeklini ve rengini yakaladı göz veya bir kuşun ötüşününü farketti kulak- ki benim için bir kumrunun sakin sakin çıkardığı seslerde gizliymiş- bir süre dinleyince -beklenmedik bir anda- farklı bir algı kapısı açıldı sanki, mekanın altı yöne doğru uzanan fotoğrafını bir bütün olarak içine çekti bilinç, ‘ hem içindesin, hem de dışındasın!’ durumunda izlemekteydi, yürürken bu durum çok tanıdık değildi! Belki iki veya üç saniye sürdü ama geride unutulmayacak bir gizem bıraktı.
Halen yürüyordum, zihnim beta dalgası içine hemencecik düşüvermişti, sıradan günlük işleri halleden dalga tipi. Bir kaya üzerine oturup canım Akdeniz’i seyreyledim. Ufkun sonsuzluğuna yayılan ebruli mavilik bile – nafile- zihni bir önceki duruma geri çağıramıyordu. Geçip gitmiş olan, planlama yapmayı seven zihnin elinde artık bir oyuncak olmuştu. Orasını, burasını kurcaladığı bir oyuncak!
Kendimize dair haberdar olmadığımız bir şeyin bize bir göz kırpması sürprizlidir, el hüneriyle hemen sihirin kapanması onun muzip hali..nasıl oldu ki diye peşinden koştuğumuz bu gizemlerin adsız ve hesapsız hale gelmesi kolay olmuyor. İlla bir isim arıyoruz, illa şu kadar yaparsam, illa şöyle yaparsam böyle ilerlerim gibi yollardan geçiyoruz.
Hâl böyleyken çabasız çaba ile lütuf gibi inen pırıltılar içimizi aydınlatınca, mini mini anlardan fışkıranları hayretle karşılıyoruz. Hayatta mucizelerin çoğu belki de önemsemediğimiz ve özen göstermediğimiz yerlerde ve ilişkilerde gizli.
Oluşa her an hazır, potansiyeller okyanusunda titreşen insana özgü ne çok hisler, duyular, ışıltılar ve öteler var bilemediğimiz, kimbilir!